18 Ağustos 2018 Cumartesi

D - DOKU

DOKU


bir yüzey üzerinde yer alan üç boyutlu gözlenebilir ve/veya hissedilebilinir hareketler


Doku dünya üzerinde yer alan her yüzeyde var olan fiziki bir durumdur. Cam, metal panel gibi pürüzsüz yüzeylerde bile mikroskop altında bakıldığında bir doku olduğunu görsek dahi biz içmimarların ilgi alanı gözle görülür ve dokununca hissedilen dokudur.


İçmimarlar Dokuyu tasarımlarında neden kullanırlar?


  1. İç ve Dış yüzeylerde monotonluğu kırmak, bu yüzey üzerine bir hareket vermek yada odak noktası oluşturmak için
  2. Zıtlıklar yaratmak için
  3. Optik iluzyonlar yaratmak için
  4. Dokulardan oluşan bir desen yaratmak için
  5. Zeminlerde kaymayı engellemek için (havuz, spa vb)
  6. Işık gölge oyunu yaratmak için
  7. Tasarımın estetik değerini arttırmak için


Bir yüzeyin dokusu dokunarak yada gözle hissedilebilinir. Elimizle dokunduğumuzda hissettiğimiz doku gerçek bir dokudur (bir ağacın gövdesi, bir seramiğin dokusu, bir kumaşın örgüsü). Elimizle dokunmadan gözümüzle algıladığımız bir doku ise bizde dokunarak elde edeceğimiz bir hissi uyandırsa bile tamamen sanal bir doku olabilir (bina cephelerindeki ahşap görünümlü kompozit kaplamalar).

Gözümüzle algıladıklarımız ile elimiz ile algıladıklarımız arasında yakın bir ilişki vardır. Pürüzsüz, parlak bir krom yüzey gördüğünüzde, elinizle dokunmuş gibi yüzeyin pürüzsüzlüğünü ve soğukluğunu hissedersiniz. Bilinç altınız size, o yüzey hakkındaki geçmişten gelen bilgilerinizi tekrar canlandırıp sunar. 

Dokunun içmimarideki önemi burada ortaya çıkar. İçmimari insanların sadece görsel algısına hitap etme sanatı değil aynı zamanda duygularına hitap etme becerisidir. Kullanacağımız dokular sadece görsel olarak değil aynı zamanda psikolojik bir etkide bırakmaktadır.

İçmimar bu yüzden dokuların insan üzerindeki psikolojisini düşünüp (hijyen duygusu, doğallık duygusu, sıcaklık/soğuklu duygusu vb) buna göre doku uygulamalıdır. 

Genel olarak pürüzlü yüzeylerin daha doğal ve sıcak bir his verdiğini, pürüzsüz yüzeylerin ise daha soğuk ve yapay his verdiğini söyleyebiliriz. 


Parlak, pürüzsüz yüzeyler ışığı yansıtır, ilgi odağı olur ve göz alır. Pürüzlü yüzeyler ise ışığı yutar, bu pürüzler arttıkça yayacağı gölgeler artacağı için aynı renk ile boyanmış iki yüzey arasında pürüzlü olan yüzey her zaman daha koyu olarak algılanacaktır. 


Doku aynı zamanda renk üzerinde de bir hakimiyet kurar ve renklerin genel kabul edilen psikolojik etkilerini manupile edebilir. Örneğin soğuk bir renk olarak kabul edilen mavi, pürüzlü bir yüzeyde uygulandığında, ışık ve gölge oyunlarının yüzeyde yaratacağı etki ile kabul edilen soğuk etkisini kaybedebilir (Ege mimarisi vb) benzer bir şekilde sıcak bir renk olarak kabul edilen kırmızı, pürüzsüz ve parlak bir yüzeyde uygulandığında sıcaklık etkisi azalacaktır (parlak bir araba yüzeyi, kırmızı parlak lake bir yüzey vb)



Dokulu yüzeylerin bir özelliği ise mekan algısını etkilemesidir. Doku büyüdükçe mekanın alan algısı düşer, yani olduğundan daha küçük algılanır, doku küçüldükçe ise mekan alan algısı yükselir, yani olduğundan daha büyük algılanır.


Doku hijyen konusu ile bire bir ilişkili bir mevzudur. Doku arttıkça temizlik zorlaşır, bakım ve temizlik daha sık yapılmalıdır. Doku azaldıkça ise temizlik kolaylaşır. Ancak şöyle bir durum da vardır. Dokulu bir yüzey kiri daha az gösterirken, parlak pürüzsüz bir yüzey en ufak bir kiri anında gösterir. İçmimarlar zeminde dokuyu belirlerken, bu alanın insan trafiğini ve temizlenme imkanlarını göz önüne alarak karar vermelidirler.


Estetik açıdan dokuların mekanlara bir karakter verdiği kesindir. Ancak mekanı olduğundan daha kalabalık gösterdiği için, sakinlik ve dinginlik aranan mekanlarda dokudan kaçınmak doğru bir yaklaşım olabilir (meditasyon yapılan bir mekan, ders çalışma mekanı, labaratuar vb).

Güçlü dokular en sık ticari mekanlarda kullanılır. Güçlü bir doku ile pürüzsüz bir yüzeyi yan yana kullanarak tezat yaratmak mekana hem dinamizm katacaktır hem de eski bir yapıya çağdaş bir dokunuş yapıldığı mesajını da verecektir. 

Tamamen monokrom (tek renk ve tonları) ile renklendirilmiş mekanlarda monotonluğu kırmak isterseniz farklı dokular kullanmak başarılı bir yöntem olabilir.


M.Des Can Külahcıoğlu





17 Ağustos 2018 Cuma

A - AKUSTIK

AKUSTİK


İç mekan tasarımı ile sesi kontrol altına alma bilimi.

Bir akustiğini etkileyen iki ana unsur vardır.
  1. Yapısal form
  2. İç mekan tasarımı


Yapısal form mimariyi ilgilendiren bir alan olduğu için biz içmimarlar elimizdeki mekanın iç kabuğuna form vererek dış kabuktan iç kabuğu kısmen ayırmaya çalışabiliriz.
İçmimarların ses kontrolünde en etkin yöntemleri:


  • Sesi yönlendiren yüzeyler
  • Sesi yutan yada yansıtan malzemeler
  • Ses ile ilişki içerisinde olacak olan kişilerin konumlandırılması

Sesi kontrol etme disiplini çok fazla dinamiğe sahiptir. Örneğin tasarlayacağınız yer bir stüdyo ise sıfıra yakın ses yansıması (eko) isteyebilirsiniz, bu durumda ses yutucu malzemeleri yoğun bir şekilde kullanmanız (süngerler), ses yansıtan her yüzeyi  (cam, metal, seramik vb) mekandan arındırmanız yada üzerini kaplamanız gerekir.
Ancak başka bir stüdyo tasarımında ise şarkıcı sizden eko talep edebilir. Bu durumda tavanı yükseltmeli, üst kısımlarda sesi yansıtacak yüzeyler yaratmanız gerekebilir.

Bir restaurant tasarımında akustik çok önemlidir. İnsan konuşması, çatal bıçak sesleri, garsona seslenme, şehir içerisinde iseniz sokaktan gelecek bir çok ses mekanda gürültüye ve sesin yansımasına sebep olacaktır. Bu yüzden zeminde halı, tavan ve duvarlarda, pencere kenarlarında tekstil malzemelerinden yada ses yutucu çözümlerden faydalanmanız gerekir.

Her malzemenin ses yutma oranı farklıdır. Genel olarak bir malzeme boşluklar içerdikçe, hava geçirgenliği var ise ve pürüzlü bir dokuya sahip oldukça ses yutma oranı artar. 
Pürüzsüz, sert, hava geçirmeyen malzemeler sesi daha fazla yansıtır.

Örneğin akustik bir sahnede, şarkıcının talebine göre sesi arttırmak için şarkıcının arkasına ses yansıtıcı yüzeyler yerleştirebilirsiniz, yada elektronik olarak sesin yayınladığı bir ortamda (sinema salonu) ses zaten hopörlörler ile dağıtıldığı için ekoyu engellemek adına duvarları ses yutan malzemeler ile kaplayabilirsiniz.

Sadece konser salonu, tiyatro, konferans mekanları değil yatak odası, salon, doktor ofisi, atölye gibi bir çok mekanı göz önüne aldığınızda ses kontrolünün bir mekan tasarımında ne kadar önemli olduğunu tüm içmimarlar bilmelidir.


M.Des. Can Külahcıoğlu








15 Ağustos 2018 Çarşamba

History of Alacati

Alaçatı has been a popular and exclusive place after the year 2005. This little town which is at the Aegean coast of Turkey rise from it's ashes and today i will give you some historical back ground of this old town of "Alaçatı" (Red Roof)


Alacati on Google Map



Alaçatı, historically known as Agrilia is a town that is in the district of Çeşme, in the province of İzmir, Turkey. 
In the antiquity period, Alaçatı was in Ionia, which was an advanced civilization in science, philosophy, art and design.

“Alaçatı, which was located close to four Ionian cities – Erythrai, Klazomenai, Teos and Chios – and known as Agrilia in those times has undoubtedly been affected by this civilization.” (Atilla and Öztüre, 2006 as cited by Dalgakıran, 2008: 3)

Alaçatı was first built by Ionians and the town habitants were always from Greek heritage during the Roman and Byzantine periods. 
Alaçatı has been a gate of foreign trade until the 16th century.  Just after the Ottomans conquered the Island of Chios in 1556; Genoese merchants, who had been living on the island, moved away which shifted the importance of export and import port from Çeşme to İzmir. In 19th century the town became popular again.

“In 1810, the Greek community who had migrated from Chios Island came to Çeşme to work in the fields of Hacı Memiş at the south of Alaçatı, and brought its own traditions and way of life, such as wine producing and cattle-breeding. The Greek population had gradually increased during the 18th and 19th centuries, and the Greek population dominated the others in the 19th century. In 1881, Alaçatı’s population was 4,122; 78 of them being Turks and 4,055 of them being Greeks. In 1895, total population of Alaçatı and its surroundings was 14,977; 13,845 being Greek.” (Özgönül, 1996: 105)


The dominancy of Greek population had reflections on the spatial formation of the settlement as the residential design included wine workshops in the ground floor. 
In 20th century after the WWI, the population exchange of Muslims and Christians, which was enforced on communities by the negotiations in Lausanne treatment in which a convention was signed between Turkey and Greece in the year of 1923.

“In fact, it was not only the exchange of population but also the exchange of cultures and life practices eventually leading to a new economic restructuring and spatial pattern in Alaçatı.” (Dalgakıran and Bal, 2007: 406)

This exchange of population brought among the societies of the same empire but with different ethnical background and religion had dramatic social, economical and cultural transformations. 
The Greeks who had to leave their houses and move to Greece, who had been looked down by the society and had been called “the Turco-Greeks” and eventually instead of blending with the society, they created new rural zones such as “New Smyrna – Nea Smyrni” and build replicas of the significant buildings of their ex-hometown in their new hometowns.

Aegean Muslim Turks from the island of Crete, Thrace and Thessaloniki had to move to the city of Izmir and towns in the region such as Seferihisar, Foça, Çeşme and many others including Alaçatı. These people had to submit the official papers that verified the square meter of the lands and houses they own and were given the equal ones abandoned by the Orthodox Greeks.
Most of these houses that have faced a user profile change are still remaining in Alaçatı and the other locations as a residential space or commercial space. The regulations by the municipalities enforced on the owners of these buildings are the main reasons for the survival of these century old houses. 

The Greek people of Alaçatı who had to move away to other parts of the world under the Lausanne treatment build up new towns called Nea Alatsata, in Crete, in Athens, in Boston and in Australia. 
As Dalgakıran (2008), has mentioned the aftermath of this exchange was a cultural richness that influenced the lifestyle and design language of the region. Dalgakıran further more stated that the spatial pattern of town significantly contributes unique identity of Alaçatı as Caserta and Russo argued (2001) the cultural assets inherited from the past are irreproducible and highly specific to the local historical context and culture and identity.

Gezgin (2007), talks about the recent history of the town in his studies. He stated that Alaçatı is a town that received municipal status in 1876, which had faced dramatic changes during the period of Hacımemiş Ağa. The governor charged him with a duty. Alaçatı was a marshland and he opened the canal so that the marsh of Alaçatı was drained. In those years very important maritime transports of the world were made from here such as wine and grape, which was a time when fourteen thousand Greeks were living in Alaçatı.

Balkan immigrants began to move to Alaçatı in 1914, which was followed by a vast exchange of population. Populations were exchanged between Greece and Turkey in the framework of the Lausanne Treaty after the Greco-Turkish War (1919-1922). During this exchange of minorities, Turkish refugees from the Balkan countries settled in the houses emptied by the Greeks. As Gezgin (2007) stated these houses still remain in Alaçati as an attraction for people to restore and convert into tourism investments.

The ethnical transformation of the town also led to a transformation of the economic structure of the town. The new inhabitants coming from the Balkans preferred to grow tobacco instead of grape and olive. This ended in unsatisfactory economical situations for the people of the region. The climate was not the best preferred climate for tobacco as well as decisions taken by the government hammered the economical benefits of the tobacco production year by year. As Gezgin (2007), mentioned until World War II the harbour, which is about two kilometres south from the town centre, was an export port of İzmir. 
By the year 1980’s the population of Alaçatı went down as the new generations migrate to Çeşme town or İzmir city for an advantageous economical opportunity. By the year of 1990 the towns rising popularity by means of tourism reversed this migration.

“The natural features of the coastal area that enable the windsurfing activities has undoubtedly been the determining factor in the rebirth of Alaçatı through tourism. The success achieved in a very short time by a boutique hotel and two restaurants opened in the settlement in 2001 has attracted the succeeding investments. By the end of 2007, 39 small hotels, each having 5 to 10 rooms and numerous café and restaurants exist in the settlement providing elegant accommodation and dining facilities.” (Turizm Haberleri, 2007 as cited by Dalgakıran, 2008: 4)

The immigrants who moved from Balkans to Alaçatı were placed in the vernacular buildings. These very buildings had risen in real estate value after the year 2000. Most of the local people sold or rented their houses to investors and move to Çeşme or İzmir. Some preferred to stay in Alaçatı and integrate into the tourism industry as the managers of their own businesses such as small shops, selling their regional hand made products, bakeries, cafés and restaurants as well as art galleries. 
The decision process of the owners ended up with these buildings being converted from residential to commercial spaces such as boutique hotels, restaurants, and art galleries.

A century later the very immigrants who settled into the genuine owners of the buildings were replaced with investors and people from other parts of Turkey in favour of Alaçatı lifestyle. 
As Dalgakıran (2008), mentioned the population changes seasonally as it becomes five times more crowded in the summers compared the winters. The total population in winter had reached up to 15.000 by the end of the year 2011 while in summer season this number of population is multiplied by more than five as most of the houses in the town are used only for summer and vacant for the winter and the numbers of these houses are rising. 
The popularity of Alaçatı is attracting many construction companies for mega projects as well as the government has Alaçatı on its agenda for projects even from 90’s.
At the year of 2018 the popularity of Alaçatı rise to it's peak as well as it became one of the most luxurious holiday spots in Aegean Turkey.

Thank you for reading.

M.Des. Can Kulahcioglu



4 Ağustos 2018 Cumartesi

Sakız'ın fethi, İzmir'de kurulan bağımsız Türk devleti ve Çaka Bey

Merhabalar,
Çaka bey kimdir? 

  • İzmir'i, Sakız'ı ve Midilli'yi ilk fetheden Türk
  • İlk Türk denizcisi ve Amirali
Bakalım neymiş bu Çaka Bey'in hikayesi diye bir gün araştırma yapmaya karar verdim, ulaştığım bilgiler aşağıdadır..

Çeşme'ye gelenler bilir, Alaçatı'dan Çeşme merkeze doğru giderken yolun sol kısmında tepe üzerinde beyaz, yalın, çağdaş bir heykel görürler. Denizdeki dalgaları sembolize eden bu heykelin ortasında, İzmir, Sakız ve Midilli fatihi ilk Türk amirali Çaka Bey'in büstü vardır. Bu bölge Çaka Bey'in mezarı olarak kabul edilir. Gece bem beyaz parlayan bu tepe benim için sadece Çeşme değil İzmir'in de en önemli noktalarından birisidir.


Tepedeki Heykel

Çaka Bey'in kurduğu İzmir Türk Devleti (Batılı kaynaklara göre) yada Çaka Beyliği (Türk kaynaklarına göre) ne yazık ki kısa soluklu bir devlet olmuştur (1081-1097). 16 sene boyunca Ege Denizi’nde hâkimiyetini kurmayı başarmış, Türk tarihimize Barbaros Hayrettin Paşa'dan 4 dört asır önce Birinci ve İkinci deniz zaferlerimizi kazandırmıştır. 
Çaka Bey'in yaşam öyküsüne ise Bizans ve Selçuklu kaynaklarından ulaşmak mümkün. Kısaca bu hüzünle biten hayata bakalım:
İzmirli Rumların Tzachas ismini verdiği, Bizans imparatorunun Protonolilismus ünvanını verdiği Oğuzların Çavuldur boyundan olan Çaka Bey, Anadolu’nun fethi sırasında, Danişmend Gazi’nin kumandanlarından akıncı bir beydi, sayısız çatışmalardan sonra en fazla Malatya dolaylarında başarılı mücadeleler gösterip ismini duyurmaya başlamıştı.

Ne yazık ki İzmir'e yönelttiği akınlardan birisinde Bizans Kumandanı Aleksandros’a esir düştü ve "bey" olduğu için politik sebeplerden dolayı İstanbul’a tutsak olarak götürüldü. 
Yunanca öğrendi. Burada geçirdiği zaman da imparatorun dikkatini çekti ve saraya alındı. Yıllar içerisinde faydalı icraatlarından dolayı Protonolilismus (soyluluk unvanı) ile bazı imtiyazlar da elde etti.  
Ayrıca Bizans’ın tarihini, güçlü ve zayıf taraflarını öğrenmiş oldu.
Çaka Bey’in İstanbul maceralarını ona gönlünü kaptıran Bizans İmparatoru Aleksi Komnen’in kızı Anna’nın yazdığı bir eserden öğrenmekteyiz.

"Çaka Bey, Anadolu’ya akın eden gazilerin en genci idi. O da silah arkadaşları gibi nam kazanmak üzere akınlara karışmış; önce Kastamonu ve Bolu taraflarında savaştıktan sonra İzmir taraflarına gitmişti. Bu havalideki savaşlarda gösterdiği cesaret dolayısıyla şan almıştı.

Bizans İmparatoru, İzmir’den Türkleri atmak üzere bu bölgeye bir kuvvet göndermişti. meşhur Bizans komutanlarından Kabalika Alexander Türklerle muharebe ederken eline yiğit bir delikanlı esir düştü.

Bu ele avuca sığmayan delikanlı, komutanın dikkatini çekti. Bu genç çok yakışıklı ve pek de sevimli idi. Adı Çaka idi. Bizanslıların yaptığı araştırma sonunda onun Türkmen Beylerine mensup olduğu anlaşıldı. Bizans komutanı zaferinin bir nişanesi olmak üzere Çaka’yı o zaman İmparator bulunan Nikaforos’a gönderdi. Çaka Bey, Türkmen kıyafetiyle Bizans sarayına getirildi. İmparator, gence:

Adın ne ?
Dediği zaman, O, vakur ve yiğit bir tavırla:
Çaka! Dedi.
Çaka’nın erkek tavırları İmparatorun çok hoşuna gitti. Gülümseyerek:
Bu sarayda senin unvanın “Protonolilismus” olsun! diye iltifatta bulundu. Çaka, diğer esirler gibi ağır işlerde kullanılmayıp, sarayda alıkonulmasından memnun olmuştu. Burada Homeros’un İlyada adlı meşhur eserini okuyacak kadar Yunanca öğrendi
."
Asil bir soydan gelen Çaka, Bizans sarayında bir şehzade muamelesi görmekte idi. 1081 yılında Bizans tahtına I. Aleksios Komnenos'un geçti ve yeni imparator, Çaka’dan hoşlanmamıştı. Onu sarayda kazandığı bütün imtiyazlardan mahrum etti. Saraydan da çıkardı. 
Bir fırsatını bularak İstanbul’dan İzmir’e kaçman Çaka Bey, İzmir’e gelir gelmez, Türkmen oymaklarından birçok yiğidi başına topladı. Bu kuvvetlerle İzmir şehrine taarruz ederek burayı Rumların elinden almaya muvaffak oldu. Bu suretle İzmir’in ilk fatihi Türkmen beylerinden Çaka Bey olmuştur.

Çaka Bey fethettiği İzmir şehrinde bağımsız bir İzmir Türk Devleti kurarak kendi hükümdarlığını ilan etti. O tarihlerde Efes şehrini de yine Türkmen Beylerinden olan Tanrıvermiş Bey zaptetmişti. 
Çaka Bey, Güney sınırı güvence altına aldığı için gözünü kuzeye hatta "Constantinapol" yani İstanbul'a çevirmişti.
Sahip olduğu ünvan ve onu saraydan kovan Aleksios'a olan şahsi kini ile Balkanlar'daki Peçenekleri organize etmeye başladı aynı zaman da, Bizans Ordusu içerisinde kendisine yakın olan Generaller ile iletişim halindeydi.
Bu durum hakkında istihbarat edinen Aleksios, Balkanlara gönderdiği ordu ile 80.000 Peçenek Türk'ünü katlederek Kuzey Batı'dan gelebilecek olan bir tehlikeyi daha oluşmadan bertaraf etti. Bizans tarihçilerinin önemli İmparatorlar arasında Aleksios'u saymamasının veya gözardı etmelerinin bir sebebi yaptığı bu ve benzeri katliamlar olmuştur denilebilir. Halbuki Aleksios Bizans'ın son savaşçı İmparatorudur diyebiliriz. 14 yaşından beri savaş meydanlarında hem Türklere hem Normanlara hem de isyancı Kıbrıs ve Girit generallerine karşı savaşan bu Bizans imparatoru, sert mizacı ile Bizans tarihinde yerini almıştır.
Balkanlardan gelişen Peçenek katliamı esnasında yardıma gidemeyen Çaka bey çok üzülmüş ve bir süre için kendi krallığına odaklandı. Bu süreçte Çaka Bey, İzmir’de evlendi. Bir müddet sonra bir kız çocuğu dünyaya geldi. Çaka Bey’in, Yalvaç adında bir erkek kardeşi vardı

Çaka Bey, Balkan katliamından kendisine bir ders çıkartarak daha önce hiç bir Türk'ün yapmadığı bir işe kalkıştı. Bir donanma kurmak. İzmir limanındaki tersanelerdeki Rum ustalar vasıtasıyla bir kaç sene içerisinde ilk Türk donanmasını meydana getirmeye muvaffak oldu.

Donanmanın oluşturulduğu 1081 yılı, aynı zamanda Türk Deniz Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir.
Göztepe'de yer alan Ege Denizi Fetheden, Deniz Atı üzerindeki Türkleri Sembolize eden Heykel

Çaka Bey’in donanması üstü kapalı kırk gemiden oluşmaktaydı. İlk defa Foça şehrini fetheden Çaka Bey ve denizcileri, buradan sonra Midilli adası önüne geldi. Midilli Valisi Alpos’a, adanın teslimi için haber gönderdi ancak Vali bu beklenmedik şekilde ortaya çıkan ilk Türk donanmasından korkarak bir gemi ile İstanbul’a kaçtı. Çaka Bey'in kurduğu devletin askerleri Midilli Adasına girerek şehrin kalelerine bayraklarını çektiler. Ne yazık ki bu bayrağın şekli ve renklerine ulaşamadım.

Çaka Bey Midilli’yi fethettikten sonra Sakız Adasını da ele geçirdi. Çaka Bey’in adaları birer birer zaptetmesi üzerine Bizans İmparatoru Aleksios , iki kumandan idaresinde bir Bizans donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Çaka Bey’in kaptanlık yaptığı donanma, Bizans gemileriyle harbe tutuşarak birçoğunu batırdı, geri kalanlar ise İstanbul'a geri kaçtı. 

Türklerin, Akdeniz’de Bizanslılara karşı ilk zaferi olan bu olay tarihe  ''Koyun Adaları Deniz Savaşı'' olarak geçti. Bu zaferden sonra önü açılan Çaka Bey, İzmir'den Çanakkale'ye kadar olan bütün adaları tek tek almaya ve Trakya'nın Ege kıyısına seferler yapmaya başladı.

İzmir Türk Devleti (Batılı kaynaklara göre) yada Çaka Beyliği (Türk kaynaklarına göre) ne yazık ki kısa soluklu bir devlet olmuştur (1081-1097)

Çaka Bey’in bu ilerlemesi karşısında onu denizde alt etmeyi ve Sakız'ı geri almaya niyetlenen Aleksios, bu defa meşhur kaptanlarından Konstantin'i göndererek daha önce Constantinapolis'den kovduğu Tzachas'ı yani Çaka'yı Sakız'dan da kovmaya niyetliydi.
Donanma gemilerine sadece Bizans denizci ve askerlerini değil, 500 Flandr’lı (Fransa Belçika yöresinden gelen paralı asker) şövalye bindirdi. Bizans donanması bir mukavemet ile karşılaşmadan Sakız limanına yanaşarak şovalyeleri karaya çıkardı, kaleyi kuşattı ve kalenin düşmesini beklemeye başladı. Sakız'da konuşlanmış olan Çaka Bey'in askerleri ise kuşatmaya direnmeye devam ettiler. 
Çaka Bey, İzmir’de gelişmeleri duyar duymaz, daha da güçlendirilmiş donanmasıyla Sakız Adasına Çeşme tarafından yanaştı. Gemilerini Sakız limanı karşısında birbirine zincirlerle bağlayarak hilal şeklinde vaziyet alıp senkronize bir şekilde Bizans donanması etrafını sarmaya başladı. Aleksios'un çok güvendiği meşhur kaptanı Konstantin, bilmediği bu düzen karşısında karşı bir düzen oluşturamadı ve Çaka'nın donanması yanaşık nizamda Bizans gemilerine yaklaşınca düşmanı bir ok yağmuruna tuttular. Bu durum karşısında Konstantin, adada yer alan şovalyelerin Çaka'nın işini bitireceğine güvenip Sakız adasının Batı kıyısına gemilerini çekti.

Çaka Bey Sakız limanına nazır duran kale önüne çıkartma yaptığında karşısına atlı ve zırhlı şövalyeler uzun mızraklarıyla çıktı. Çaka, Türkmenlerin çoğunluğundan oluşan ve ok kullanma konusunda uzman olan askerlerini üç seviye üç sıra şeklinde dizerek bu şövalyelerin atlarına ok atarak teker teker vurmaya başladılar. Yaya kalan ve ağız zırhlar içerisinde yavaş hareket edebilen 
Flandr’lı paralı şovalyeler, hafif zırhlı, zırhsız ama çevik ve hızlı Türkmen askerleri tarafından kısa sürede Sakız'da imha edilmiş ve Çaka Bey, Sakız Harbinden de muzaffer olarak çıkmıştı.



Caka Bey adına bastırılan para



Çaka Bey, bu zaferleri kazandıktan sonra tarihte bir çok komutanın yapmış olduğu ve yapacağı en klasik hatayı yaptı, hırsına yenilip, Aleksios'u İstanbul'da yok etmek için harekete geçti. 
Planı Çanakkale Boğazını geçerek Trakya’yı elde etmek. Balkanlarda yaşayan ve Aleksios ile hesabı olan Peçenek ve Hıristiyan Oğuzlardan bir ordu vücuda getirmek ve en sonunda İstanbul’u ele geçirmekti. 
Güney sınırında yer alan Efes kentindeki Türkmen beyi ile arası ile olan Çaka Bey 1092 yılında, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan’la dostluk kurmak istedi. İznik kentini başkent yapmış olan I. Kılıçaslan, Çaka Bey'in kız kardeşi ile evlenmiş ve akraba olmuşlardı.

Çaka Bey, Çanakkale havzasını ardından Edremit'i kısmen ele geçirdi. Bu esnada Balkanlardaki Peçenekler ile sıkı iletişim halinde iken 
Aleksios karşı hamlesini yaptı. Kılıçaslan’la bir anlaşma yaparak Selçukluların, Çaka Bey’in Marmara’ya doğru ilerlemesine mani olacaklardı.
Aleksios, Bizans için daha büyük tehlike olan Selçuklular'a imtiyazlar vererek, kişisel husumeti olan Çaka Bey'i hedef alması belki de Bizans'ın uzun vadede yok olmasının kapısını da aralamış oldu.

Çaka Bey, Çanakkale'de Abidos kuşatması sırasında hiç beklemediği bir anda Bizans donanması  tarafından denizden, Selçuklu ordusu tarafından ise karadan ablukaya alındı.  
İki ordu arasında sıkışan ve bu ittifaktan haberi olmayan Çaka Bey akrabası olan I. Kılıç Arslan'ın yanına yardım talebi ve durumu açıklığa kavuşturmak için gitti. Kılıç Arslan, daha önce Çaka Bey'in kız kardeşiyle evlenmiş olmasına rağmen akrabası Çaka'yı kılıcını çekerek şahsen katletti. 
Bu haberin duyurulması ile dağılmaya başlayan Çaka'nın ordusu ise Bizans ve Selçuklu ordusu tarafından Abidos önünde yok edildi.
Ege bölgesinin ilk fatihlerinden olan Çaka Bey, böyle bir hilenin kurbanı olup öldüğü sırada tarih 1097 idi. Böylece, İzmir Türk Devleti kuruluşundan sadece 16 yıl sonra yıkılmış oldu.

Can Külahcıoğlu

Konu ile ilgili yaptığım resim:



AUTOCAD - Layer Yaratma

  AUTOCAD - Layer Yaratma ve layer mantigi https://youtu.be/JgR_Uwz4zt8