blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
blog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2019 Perşembe

Tekirdag Rakisi





Tekirdağ Rakısı hakkında bir hikaye (Yakup Toprak)

‘Tekirdağ rakı fabrikasına zamanında yeni bir müdür atanmış. 

Müdür daha fabrikaya gelmeden, ne kadar suratsız bir adam olduğuna dair söylentiler ulaşmış. 

Herkes yeni müdürün ne kadar geçimsiz, ne kadar sinirli bir adam olduğunu konuşur olmuş.
Müdür gelince ilk iş, tüm yönetim takımını toplanmış fabrikayı gezmeye başlamış. 

Müdür gezerken tek bir laf bile etmemiş. Ama asık olan suratı asıldıkça asılmış. 

Böylece söylentilerin doğru olduğu anlaşılmış.
Gezinin sonunda yeni yetme bir mühendis:
-Beğendiniz mi efendim? diye sorma gafletinde bulunmuş.
Müdür önce sert bir bakış atıp
-Ben bu fabrikanın nesini beğeneyim? diye kükremiş.
Mühendis iki büklüm olmuş, sorduğuna soracağına pişman, sinmiş bir köşeye. Müdür buna daha da sinirlenmiş. Yanında artık varil mi, paket mi ne varsa tekme atıp devirmiş. Herkes korkmuş şaşırmış, kimseden ses çıkmamış.
Neyse ki müdür yardımcıları aklı selim adamlarmış. Ertesi gün kendi aralarında toplanıp“Fabrikayı nasıl düzeltiriz” diye plan yapm aya başlamışlar. Gördükleri her eksiği tamamlamışlar. 

Birkaç ay içerisinde fabrika iki katı verimle şekilde çalışır hale getirmişler. 

Sonunda müdürün yanına çıkıp “Gelin fabrikayı bir daha gezelim” demişler. 

Bu sefer tüm birimler çok düzgün çalışıyor, hiç bir yerde sorun yok. Herkes pür dikkat görev başında.

Ama yeni müdür rahat durmamış. Paketleme yapılan alana gelince durmuş. 

Paketlerden birini açıp, içinden bir rakı şişesi çıkarmış. 

Kapağını açıp koklamış, koklayınca yüzünü ekşitip, rakıyı yere dökmeye başlamış.
Tüm amirler, usta başları, işçiler şok.
-Efendim neyi beğenmediniz? diye soracak olmuşlar.
-Bu rakının beğenilecek nesi var? diye kükremiş müdür.
Herkes sus pus.

Ertesi gün yine tüm fabrika panik. Müdür yardımcıları yine toplanmış, çağırmışlar usta başlarını sormuşlar

“Rakıyı nasıl iyileştiririz?” diye.
Biri demiş “Şebeke suyu kullanmayalım. Kloru fazla.”
Öbürü demiş “Anasonu çok keskin.”
Bir başkası demiş “Yaş üzüm kullanalım.”
Aylar boyu uğraşıp rakıyı yenilemişler. Yine müdürü alıp tekrar fabrikayı gezdirip yaptıkları yeniliklerden bahsetmişler. Paketleme yapılan yere gelince durup, bir rakı açıp ikram etmişler. Müdür durmuş. Önce şişeyi alıp evirip çevirmiş. Sonra sunulan bardağı alıp biraz içmiş. Tabi o içerken herkes pür dikkat bakıyor, ne diyeceğini merak ediyormuş. Sonunda yine yapacağını yapmış “Bu rakının nesi güzel?” diye bağırıp, elindeki şişeyi yere boşaltmaya başlamış.

Birden yaşlı bir usta başı dayanamayıp “Döktürmem ben sana rakımı” diye atlamış.
Müdürün elinden kapmış şişeyi.
Herkes şaşkın bakarken de usta başı, “Ne demek nesi güzel. Sen rakıdan anlamıyor musun?” diye bağırmış.
Etraftakiler bir yandan “Ne yapsak yaranamıyoruz” diye ustabaşına hak veriyorlar, öte yandan müdür kızacak diye korkuyorlarmış.
Müdür ustabaşına bakmış. Herkes bağırıp çağırmasını beklerken o sakin sakin
“Ben rakıdan anlamam.” demiş.
“Ben insandan anlarım. Yaptığınız işi o kadar kötüledim, şimdiye kadar içinizden biri çıkıp sahiplenmedi. 

Demek ki aslında kimse ortaya çıkan işi savunacak kadar beğenmiyordu. 

Ama şimdi bu şişeyi çocuğunmuş gibi sahiplendin.” demiş.’

Hoca hikayeyi anlatmayı bitirip durdu. Sonrada şöyle bir öğüt verdi.
Bir gün bir fabrikanın başına geçecek olursanız, 

ürettiğiniz cansız nesneyi değil, onu üreten insanı yönetin.

Siz şişenin içindekinden hiç anlamayabilirsiniz. 

Merak etmeyin onu üreten onu nasıl mükemmel yapacağını bilir.

İşte Tekirdağ Rakısının sırrı o şişeyi sahiplenip, içindekini efsane haline getirmesini bilenlerdedir.

1. Sarhoş olunmaz. 

2. Masada konuşulan masada kalır. Kayıt, not tutulmaz. 

3. Fotoğraf çekilmez. Dışarıdan çekene kızılmaz. 

4. Telefonla konuşulmaz. Çalarsa açılır, “Rakı içiyorum” denir, kapatılır. 

5. GSM'le oynanmaz: Sofra iPhone, Blackberry tanımaz. 

6. Muhabbet esnasında biçem, izlek, imgelem gibi kelimeler kullanılmaz. 

7. Kadınlar ruju silip oturur: Rakı bardağında ruj izi olmaz. 

8. Düzgün konuşulur, lüzumsuz şirin olunmaz. 

9. Rakıda hızlı gidene karışılır, yavaş düşene karışılmaz. 

10. Argo konuşulur, küfür edilmez. 

11. “Hey!”, “hişt!”, “pişt!” gibi ünlemler kullanılmaz. 

12. Memleketi herkes meşrebine göre kurtarır karışılmaz. 

13. Yemek yenilmez. 

14. Meze tırtıklanır, karın doyurulmaz. 

15. Şalgam suyu, soda, ayran, çay yanına konabilir, içine konmaz. 

16. Kafaya vurup “lölölö!” demek gibi zevzek şakalar yapılmaz. 

17. Masada kitap, dergi, hele laptop asla bulunmaz. 

18. Zeki Müren de, Giuseppe Verdi de dinlenir; 

19. Varsa müzik duyulacak kadar açılır bağırtılmaz. 

20. Hüzün de neşe de eksik olmaz. 

21. Masada ağlanmaz. 

22. Ağlayan çıkarsa konu değiştirilir, avutulmaz. 

23. Yüksek sesle şarkı söylenmez. 

24. Şarkı mırıldanırken el kol hareketleriyle desteklenmez. 

25. El kol fazla hareket etmez. 

26. Tartışılır, kalp kırılmaz. 

27. Herkes konuşur, monolog olmaz. 

28. Aynı anda konuşulmaz, söz kesilmez. 

29. Masaya sigara dumanı üflenmez. 

30. Bir rakı içilirken başka marka övülmez. 

31. Rakı masasında sessizlik olmaz. 

32. Zırt pırt tuvalete gidilmez . 

33. Masada yellenilmez. 

34. Masada geğirilmez. 

35. Masaya müzisyen alınmaz. 

36. Azıcık uçulabilir ama yalan dolan olmaz. 

37. Yüksek sesle konuşulmaz. 

38. Kazak pantolonun içine sokulmaz. 

39. Çıplak, yarı çıplak durulmaz. 

40. Şiir konuşulur, şiir okunmaz. 

41. Rakı içilirken başka içki içilmez. 

42. Yolluk bir teki aşmaz. 

43. Yolluk alınmışsa cila çekilmez. 

44. Biradan başka cila olmaz. 

45. Cila birası bir küçüğü geçmez. 

46. Rakı sonrası kahve, şekerli içilmez. 

47. Kahve içilirken höpürdetilmez. 

48. Rakı yalnız içilmez. 

49. Rakı masası 4-5 kişiyi geçmez. 

50. Garsona adı dışında bir şeyle seslenilmez. 

51. Garsona rakı doldurtulmaz. 

52. Balkon sofrasında içmeyen çalıştırılmaz. 

53. Sıcaksa buz konabilir, buz erimeden içilmez. 

54. Rakıdan önce su, sudan önce buz konmaz. 

55. Rakı sek içilmez. 

56. Rakıcı ota çöpe öpüşmez ,habire takdir etmez. 

57. İçerken serçe parmak havaya kaldırılmaz. 

58. Rakı hızlı içilmez. 

59. Rakı fondip yapılmaz. 

60. Kerahet vaktinden önce rakı içilmez. 

61. Büyük konuşanla rakı içilmez. 

62. Çok konuşanla rakı içilmez. 

63. Sessiz duranla rakı içilmez. 

64. Şakadan anlamayanla rakı içilmez. 

65. Büyük yudumlarla rakı içilmez. 

66. Rakı sofrasında iş dedikodusu yapılır, iş konuşulmaz. 

67. Küllüğe limon kabuğu, zeytin çekirdeği konmaz. 

68. Tabağa, kâseye sigara söndürülmez. 

69. Zırt pırt kadeh tokuşturulmaz. 

70. Konuşurken rakı masasına vurulmaz. 

71. Bardak boş bekletilmez. 

72. Masanın her bir köşesi meze ile doldurulmaz. 

73. Ağız şapırdatılmaz. 

74. Çatal kaşık dişe değdirilmez. 

75. Burun karıştırılmaz. 

76. İzinsiz masadan tuvalete dahi kalkılmaz. 

77. Şerefe vb. yeterlidir, kadeh tokuştururken yaratıcı olunmaz. 

78. Garsona balık ayıklatılmaz. 

79. Garsonun sırtına vurulmaz. 

80. Personele hatır sormadan meyhanede oturulmaz. 

81. Sofraya erken ya da geç gelinmez. 

82. Rakı buzdolabının en alt rafından yukarı çıkarılmaz. 

83. İçi görünmeyen kadehte rakı içilmez. 

84. Masada farklı kadehler olmaz. 

85. Masada farklı markalar olmaz. 

86. Yerken ağız doldurulmaz. 

87. Ağızda lokma varken konuşulmaz. 

88. Boğaza, yeleğe peçete takılmaz, dize peçete konmaz. 

89. Konuşurken çatal bıçak sallanmaz. 

90. Hiçbir durumda ve fikirde ısrar edilmez. 

91. Racon kesilmez. 

92. Ukalalık, kıskançlık kaldırmaz. 

93. Rakı sofrası süslenmez. 

94. Loş meyhanede içilmez. 

95. Yan masanın muhabbeti dinlenmez. 

96. Başka masaya uzun bakılmaz. 

97. Masadan kopuk muhabbet edilmez. 

98. Çiftler el ele tutuşmaz, oynaşmaz. 

99. Sallanan masada içilir, sallanan insanla içilmez. 

100. Bunlar kendiliğinden olur, kasarak yapılmaz. 

Bu meret öyle bir merettir ki, 

acıyla içilir, 

tatlıyla içilir, 

neşeyle içilir, 

ağlayarak içilir, 

kavunla içilir 

peynirle içilir, 

ikisi birlikte çok güzel içilir, 

yemekle içilir, 

mezeyle içilir, 

suyla içilir, 

susuz içilir 

sodayla içilir, 

şalgamla içilir.

Şerefine denilip içilir

Ama işte,
Bir tek şerefsizle içilmez!...

17 Ocak 2019 Perşembe

Bird Box

Bird Box hakkında..



"Bird Box" filmindeki sembolizmayı şöyle okuyanlar var. Bilmeyenlere:

Bird Box filminde insanlar bir şey görüyorlar ve bu gördükleri şeyi "çok güzel" olarak tarif ediyorlar ve bir defa bakan kişi bunu durduramıyor. Ve o çok güzel dediği şeye bakarak kendisini öldürüyor.

Etraftaki deliler ise bakmayan insanları bakmaya davet ediyor hatta mecbur bırakıyor. Bazı deliler ise organize olup bu şeye bakmayan insanları avlıyor.
Nitekim gözleri açık olduğu halde kendilerini bir tür koruma duvarı arkasına almış insanlar var orada huzur içinde yaşıyorlar.



Kahramanlarımız ise mitolojide olduğu gibi bir nehri aşarak ve savaşarak fedakarlıklar ile sınanarak bu gizli korunaklı cennete ulaşıyorlar.
İşte bu filmde insanların görüp hayatlarını kaybettiği "şey" in sosyal medya olduğunu iddia edenler var.

Sosyal medya, instagram vb gibi araçlara bulaşanların ruhlarını öldürdüğünü ve bunları kullanmayanların toplum tarafından linç edildiğini bu film aracılığı ile ifade edildiği iddia ediliyor.
Değişik bir yaklaşım.

CK

15 Ağustos 2018 Çarşamba

History of Alacati

Alaçatı has been a popular and exclusive place after the year 2005. This little town which is at the Aegean coast of Turkey rise from it's ashes and today i will give you some historical back ground of this old town of "Alaçatı" (Red Roof)


Alacati on Google Map



Alaçatı, historically known as Agrilia is a town that is in the district of Çeşme, in the province of İzmir, Turkey. 
In the antiquity period, Alaçatı was in Ionia, which was an advanced civilization in science, philosophy, art and design.

“Alaçatı, which was located close to four Ionian cities – Erythrai, Klazomenai, Teos and Chios – and known as Agrilia in those times has undoubtedly been affected by this civilization.” (Atilla and Öztüre, 2006 as cited by Dalgakıran, 2008: 3)

Alaçatı was first built by Ionians and the town habitants were always from Greek heritage during the Roman and Byzantine periods. 
Alaçatı has been a gate of foreign trade until the 16th century.  Just after the Ottomans conquered the Island of Chios in 1556; Genoese merchants, who had been living on the island, moved away which shifted the importance of export and import port from Çeşme to İzmir. In 19th century the town became popular again.

“In 1810, the Greek community who had migrated from Chios Island came to Çeşme to work in the fields of Hacı Memiş at the south of Alaçatı, and brought its own traditions and way of life, such as wine producing and cattle-breeding. The Greek population had gradually increased during the 18th and 19th centuries, and the Greek population dominated the others in the 19th century. In 1881, Alaçatı’s population was 4,122; 78 of them being Turks and 4,055 of them being Greeks. In 1895, total population of Alaçatı and its surroundings was 14,977; 13,845 being Greek.” (Özgönül, 1996: 105)


The dominancy of Greek population had reflections on the spatial formation of the settlement as the residential design included wine workshops in the ground floor. 
In 20th century after the WWI, the population exchange of Muslims and Christians, which was enforced on communities by the negotiations in Lausanne treatment in which a convention was signed between Turkey and Greece in the year of 1923.

“In fact, it was not only the exchange of population but also the exchange of cultures and life practices eventually leading to a new economic restructuring and spatial pattern in Alaçatı.” (Dalgakıran and Bal, 2007: 406)

This exchange of population brought among the societies of the same empire but with different ethnical background and religion had dramatic social, economical and cultural transformations. 
The Greeks who had to leave their houses and move to Greece, who had been looked down by the society and had been called “the Turco-Greeks” and eventually instead of blending with the society, they created new rural zones such as “New Smyrna – Nea Smyrni” and build replicas of the significant buildings of their ex-hometown in their new hometowns.

Aegean Muslim Turks from the island of Crete, Thrace and Thessaloniki had to move to the city of Izmir and towns in the region such as Seferihisar, Foça, Çeşme and many others including Alaçatı. These people had to submit the official papers that verified the square meter of the lands and houses they own and were given the equal ones abandoned by the Orthodox Greeks.
Most of these houses that have faced a user profile change are still remaining in Alaçatı and the other locations as a residential space or commercial space. The regulations by the municipalities enforced on the owners of these buildings are the main reasons for the survival of these century old houses. 

The Greek people of Alaçatı who had to move away to other parts of the world under the Lausanne treatment build up new towns called Nea Alatsata, in Crete, in Athens, in Boston and in Australia. 
As Dalgakıran (2008), has mentioned the aftermath of this exchange was a cultural richness that influenced the lifestyle and design language of the region. Dalgakıran further more stated that the spatial pattern of town significantly contributes unique identity of Alaçatı as Caserta and Russo argued (2001) the cultural assets inherited from the past are irreproducible and highly specific to the local historical context and culture and identity.

Gezgin (2007), talks about the recent history of the town in his studies. He stated that Alaçatı is a town that received municipal status in 1876, which had faced dramatic changes during the period of Hacımemiş Ağa. The governor charged him with a duty. Alaçatı was a marshland and he opened the canal so that the marsh of Alaçatı was drained. In those years very important maritime transports of the world were made from here such as wine and grape, which was a time when fourteen thousand Greeks were living in Alaçatı.

Balkan immigrants began to move to Alaçatı in 1914, which was followed by a vast exchange of population. Populations were exchanged between Greece and Turkey in the framework of the Lausanne Treaty after the Greco-Turkish War (1919-1922). During this exchange of minorities, Turkish refugees from the Balkan countries settled in the houses emptied by the Greeks. As Gezgin (2007) stated these houses still remain in Alaçati as an attraction for people to restore and convert into tourism investments.

The ethnical transformation of the town also led to a transformation of the economic structure of the town. The new inhabitants coming from the Balkans preferred to grow tobacco instead of grape and olive. This ended in unsatisfactory economical situations for the people of the region. The climate was not the best preferred climate for tobacco as well as decisions taken by the government hammered the economical benefits of the tobacco production year by year. As Gezgin (2007), mentioned until World War II the harbour, which is about two kilometres south from the town centre, was an export port of İzmir. 
By the year 1980’s the population of Alaçatı went down as the new generations migrate to Çeşme town or İzmir city for an advantageous economical opportunity. By the year of 1990 the towns rising popularity by means of tourism reversed this migration.

“The natural features of the coastal area that enable the windsurfing activities has undoubtedly been the determining factor in the rebirth of Alaçatı through tourism. The success achieved in a very short time by a boutique hotel and two restaurants opened in the settlement in 2001 has attracted the succeeding investments. By the end of 2007, 39 small hotels, each having 5 to 10 rooms and numerous café and restaurants exist in the settlement providing elegant accommodation and dining facilities.” (Turizm Haberleri, 2007 as cited by Dalgakıran, 2008: 4)

The immigrants who moved from Balkans to Alaçatı were placed in the vernacular buildings. These very buildings had risen in real estate value after the year 2000. Most of the local people sold or rented their houses to investors and move to Çeşme or İzmir. Some preferred to stay in Alaçatı and integrate into the tourism industry as the managers of their own businesses such as small shops, selling their regional hand made products, bakeries, cafés and restaurants as well as art galleries. 
The decision process of the owners ended up with these buildings being converted from residential to commercial spaces such as boutique hotels, restaurants, and art galleries.

A century later the very immigrants who settled into the genuine owners of the buildings were replaced with investors and people from other parts of Turkey in favour of Alaçatı lifestyle. 
As Dalgakıran (2008), mentioned the population changes seasonally as it becomes five times more crowded in the summers compared the winters. The total population in winter had reached up to 15.000 by the end of the year 2011 while in summer season this number of population is multiplied by more than five as most of the houses in the town are used only for summer and vacant for the winter and the numbers of these houses are rising. 
The popularity of Alaçatı is attracting many construction companies for mega projects as well as the government has Alaçatı on its agenda for projects even from 90’s.
At the year of 2018 the popularity of Alaçatı rise to it's peak as well as it became one of the most luxurious holiday spots in Aegean Turkey.

Thank you for reading.

M.Des. Can Kulahcioglu



4 Ağustos 2018 Cumartesi

Sakız'ın fethi, İzmir'de kurulan bağımsız Türk devleti ve Çaka Bey

Merhabalar,
Çaka bey kimdir? 

  • İzmir'i, Sakız'ı ve Midilli'yi ilk fetheden Türk
  • İlk Türk denizcisi ve Amirali
Bakalım neymiş bu Çaka Bey'in hikayesi diye bir gün araştırma yapmaya karar verdim, ulaştığım bilgiler aşağıdadır..

Çeşme'ye gelenler bilir, Alaçatı'dan Çeşme merkeze doğru giderken yolun sol kısmında tepe üzerinde beyaz, yalın, çağdaş bir heykel görürler. Denizdeki dalgaları sembolize eden bu heykelin ortasında, İzmir, Sakız ve Midilli fatihi ilk Türk amirali Çaka Bey'in büstü vardır. Bu bölge Çaka Bey'in mezarı olarak kabul edilir. Gece bem beyaz parlayan bu tepe benim için sadece Çeşme değil İzmir'in de en önemli noktalarından birisidir.


Tepedeki Heykel

Çaka Bey'in kurduğu İzmir Türk Devleti (Batılı kaynaklara göre) yada Çaka Beyliği (Türk kaynaklarına göre) ne yazık ki kısa soluklu bir devlet olmuştur (1081-1097). 16 sene boyunca Ege Denizi’nde hâkimiyetini kurmayı başarmış, Türk tarihimize Barbaros Hayrettin Paşa'dan 4 dört asır önce Birinci ve İkinci deniz zaferlerimizi kazandırmıştır. 
Çaka Bey'in yaşam öyküsüne ise Bizans ve Selçuklu kaynaklarından ulaşmak mümkün. Kısaca bu hüzünle biten hayata bakalım:
İzmirli Rumların Tzachas ismini verdiği, Bizans imparatorunun Protonolilismus ünvanını verdiği Oğuzların Çavuldur boyundan olan Çaka Bey, Anadolu’nun fethi sırasında, Danişmend Gazi’nin kumandanlarından akıncı bir beydi, sayısız çatışmalardan sonra en fazla Malatya dolaylarında başarılı mücadeleler gösterip ismini duyurmaya başlamıştı.

Ne yazık ki İzmir'e yönelttiği akınlardan birisinde Bizans Kumandanı Aleksandros’a esir düştü ve "bey" olduğu için politik sebeplerden dolayı İstanbul’a tutsak olarak götürüldü. 
Yunanca öğrendi. Burada geçirdiği zaman da imparatorun dikkatini çekti ve saraya alındı. Yıllar içerisinde faydalı icraatlarından dolayı Protonolilismus (soyluluk unvanı) ile bazı imtiyazlar da elde etti.  
Ayrıca Bizans’ın tarihini, güçlü ve zayıf taraflarını öğrenmiş oldu.
Çaka Bey’in İstanbul maceralarını ona gönlünü kaptıran Bizans İmparatoru Aleksi Komnen’in kızı Anna’nın yazdığı bir eserden öğrenmekteyiz.

"Çaka Bey, Anadolu’ya akın eden gazilerin en genci idi. O da silah arkadaşları gibi nam kazanmak üzere akınlara karışmış; önce Kastamonu ve Bolu taraflarında savaştıktan sonra İzmir taraflarına gitmişti. Bu havalideki savaşlarda gösterdiği cesaret dolayısıyla şan almıştı.

Bizans İmparatoru, İzmir’den Türkleri atmak üzere bu bölgeye bir kuvvet göndermişti. meşhur Bizans komutanlarından Kabalika Alexander Türklerle muharebe ederken eline yiğit bir delikanlı esir düştü.

Bu ele avuca sığmayan delikanlı, komutanın dikkatini çekti. Bu genç çok yakışıklı ve pek de sevimli idi. Adı Çaka idi. Bizanslıların yaptığı araştırma sonunda onun Türkmen Beylerine mensup olduğu anlaşıldı. Bizans komutanı zaferinin bir nişanesi olmak üzere Çaka’yı o zaman İmparator bulunan Nikaforos’a gönderdi. Çaka Bey, Türkmen kıyafetiyle Bizans sarayına getirildi. İmparator, gence:

Adın ne ?
Dediği zaman, O, vakur ve yiğit bir tavırla:
Çaka! Dedi.
Çaka’nın erkek tavırları İmparatorun çok hoşuna gitti. Gülümseyerek:
Bu sarayda senin unvanın “Protonolilismus” olsun! diye iltifatta bulundu. Çaka, diğer esirler gibi ağır işlerde kullanılmayıp, sarayda alıkonulmasından memnun olmuştu. Burada Homeros’un İlyada adlı meşhur eserini okuyacak kadar Yunanca öğrendi
."
Asil bir soydan gelen Çaka, Bizans sarayında bir şehzade muamelesi görmekte idi. 1081 yılında Bizans tahtına I. Aleksios Komnenos'un geçti ve yeni imparator, Çaka’dan hoşlanmamıştı. Onu sarayda kazandığı bütün imtiyazlardan mahrum etti. Saraydan da çıkardı. 
Bir fırsatını bularak İstanbul’dan İzmir’e kaçman Çaka Bey, İzmir’e gelir gelmez, Türkmen oymaklarından birçok yiğidi başına topladı. Bu kuvvetlerle İzmir şehrine taarruz ederek burayı Rumların elinden almaya muvaffak oldu. Bu suretle İzmir’in ilk fatihi Türkmen beylerinden Çaka Bey olmuştur.

Çaka Bey fethettiği İzmir şehrinde bağımsız bir İzmir Türk Devleti kurarak kendi hükümdarlığını ilan etti. O tarihlerde Efes şehrini de yine Türkmen Beylerinden olan Tanrıvermiş Bey zaptetmişti. 
Çaka Bey, Güney sınırı güvence altına aldığı için gözünü kuzeye hatta "Constantinapol" yani İstanbul'a çevirmişti.
Sahip olduğu ünvan ve onu saraydan kovan Aleksios'a olan şahsi kini ile Balkanlar'daki Peçenekleri organize etmeye başladı aynı zaman da, Bizans Ordusu içerisinde kendisine yakın olan Generaller ile iletişim halindeydi.
Bu durum hakkında istihbarat edinen Aleksios, Balkanlara gönderdiği ordu ile 80.000 Peçenek Türk'ünü katlederek Kuzey Batı'dan gelebilecek olan bir tehlikeyi daha oluşmadan bertaraf etti. Bizans tarihçilerinin önemli İmparatorlar arasında Aleksios'u saymamasının veya gözardı etmelerinin bir sebebi yaptığı bu ve benzeri katliamlar olmuştur denilebilir. Halbuki Aleksios Bizans'ın son savaşçı İmparatorudur diyebiliriz. 14 yaşından beri savaş meydanlarında hem Türklere hem Normanlara hem de isyancı Kıbrıs ve Girit generallerine karşı savaşan bu Bizans imparatoru, sert mizacı ile Bizans tarihinde yerini almıştır.
Balkanlardan gelişen Peçenek katliamı esnasında yardıma gidemeyen Çaka bey çok üzülmüş ve bir süre için kendi krallığına odaklandı. Bu süreçte Çaka Bey, İzmir’de evlendi. Bir müddet sonra bir kız çocuğu dünyaya geldi. Çaka Bey’in, Yalvaç adında bir erkek kardeşi vardı

Çaka Bey, Balkan katliamından kendisine bir ders çıkartarak daha önce hiç bir Türk'ün yapmadığı bir işe kalkıştı. Bir donanma kurmak. İzmir limanındaki tersanelerdeki Rum ustalar vasıtasıyla bir kaç sene içerisinde ilk Türk donanmasını meydana getirmeye muvaffak oldu.

Donanmanın oluşturulduğu 1081 yılı, aynı zamanda Türk Deniz Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir.
Göztepe'de yer alan Ege Denizi Fetheden, Deniz Atı üzerindeki Türkleri Sembolize eden Heykel

Çaka Bey’in donanması üstü kapalı kırk gemiden oluşmaktaydı. İlk defa Foça şehrini fetheden Çaka Bey ve denizcileri, buradan sonra Midilli adası önüne geldi. Midilli Valisi Alpos’a, adanın teslimi için haber gönderdi ancak Vali bu beklenmedik şekilde ortaya çıkan ilk Türk donanmasından korkarak bir gemi ile İstanbul’a kaçtı. Çaka Bey'in kurduğu devletin askerleri Midilli Adasına girerek şehrin kalelerine bayraklarını çektiler. Ne yazık ki bu bayrağın şekli ve renklerine ulaşamadım.

Çaka Bey Midilli’yi fethettikten sonra Sakız Adasını da ele geçirdi. Çaka Bey’in adaları birer birer zaptetmesi üzerine Bizans İmparatoru Aleksios , iki kumandan idaresinde bir Bizans donanmasını Akdeniz’e gönderdi. Çaka Bey’in kaptanlık yaptığı donanma, Bizans gemileriyle harbe tutuşarak birçoğunu batırdı, geri kalanlar ise İstanbul'a geri kaçtı. 

Türklerin, Akdeniz’de Bizanslılara karşı ilk zaferi olan bu olay tarihe  ''Koyun Adaları Deniz Savaşı'' olarak geçti. Bu zaferden sonra önü açılan Çaka Bey, İzmir'den Çanakkale'ye kadar olan bütün adaları tek tek almaya ve Trakya'nın Ege kıyısına seferler yapmaya başladı.

İzmir Türk Devleti (Batılı kaynaklara göre) yada Çaka Beyliği (Türk kaynaklarına göre) ne yazık ki kısa soluklu bir devlet olmuştur (1081-1097)

Çaka Bey’in bu ilerlemesi karşısında onu denizde alt etmeyi ve Sakız'ı geri almaya niyetlenen Aleksios, bu defa meşhur kaptanlarından Konstantin'i göndererek daha önce Constantinapolis'den kovduğu Tzachas'ı yani Çaka'yı Sakız'dan da kovmaya niyetliydi.
Donanma gemilerine sadece Bizans denizci ve askerlerini değil, 500 Flandr’lı (Fransa Belçika yöresinden gelen paralı asker) şövalye bindirdi. Bizans donanması bir mukavemet ile karşılaşmadan Sakız limanına yanaşarak şovalyeleri karaya çıkardı, kaleyi kuşattı ve kalenin düşmesini beklemeye başladı. Sakız'da konuşlanmış olan Çaka Bey'in askerleri ise kuşatmaya direnmeye devam ettiler. 
Çaka Bey, İzmir’de gelişmeleri duyar duymaz, daha da güçlendirilmiş donanmasıyla Sakız Adasına Çeşme tarafından yanaştı. Gemilerini Sakız limanı karşısında birbirine zincirlerle bağlayarak hilal şeklinde vaziyet alıp senkronize bir şekilde Bizans donanması etrafını sarmaya başladı. Aleksios'un çok güvendiği meşhur kaptanı Konstantin, bilmediği bu düzen karşısında karşı bir düzen oluşturamadı ve Çaka'nın donanması yanaşık nizamda Bizans gemilerine yaklaşınca düşmanı bir ok yağmuruna tuttular. Bu durum karşısında Konstantin, adada yer alan şovalyelerin Çaka'nın işini bitireceğine güvenip Sakız adasının Batı kıyısına gemilerini çekti.

Çaka Bey Sakız limanına nazır duran kale önüne çıkartma yaptığında karşısına atlı ve zırhlı şövalyeler uzun mızraklarıyla çıktı. Çaka, Türkmenlerin çoğunluğundan oluşan ve ok kullanma konusunda uzman olan askerlerini üç seviye üç sıra şeklinde dizerek bu şövalyelerin atlarına ok atarak teker teker vurmaya başladılar. Yaya kalan ve ağız zırhlar içerisinde yavaş hareket edebilen 
Flandr’lı paralı şovalyeler, hafif zırhlı, zırhsız ama çevik ve hızlı Türkmen askerleri tarafından kısa sürede Sakız'da imha edilmiş ve Çaka Bey, Sakız Harbinden de muzaffer olarak çıkmıştı.



Caka Bey adına bastırılan para



Çaka Bey, bu zaferleri kazandıktan sonra tarihte bir çok komutanın yapmış olduğu ve yapacağı en klasik hatayı yaptı, hırsına yenilip, Aleksios'u İstanbul'da yok etmek için harekete geçti. 
Planı Çanakkale Boğazını geçerek Trakya’yı elde etmek. Balkanlarda yaşayan ve Aleksios ile hesabı olan Peçenek ve Hıristiyan Oğuzlardan bir ordu vücuda getirmek ve en sonunda İstanbul’u ele geçirmekti. 
Güney sınırında yer alan Efes kentindeki Türkmen beyi ile arası ile olan Çaka Bey 1092 yılında, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan’la dostluk kurmak istedi. İznik kentini başkent yapmış olan I. Kılıçaslan, Çaka Bey'in kız kardeşi ile evlenmiş ve akraba olmuşlardı.

Çaka Bey, Çanakkale havzasını ardından Edremit'i kısmen ele geçirdi. Bu esnada Balkanlardaki Peçenekler ile sıkı iletişim halinde iken 
Aleksios karşı hamlesini yaptı. Kılıçaslan’la bir anlaşma yaparak Selçukluların, Çaka Bey’in Marmara’ya doğru ilerlemesine mani olacaklardı.
Aleksios, Bizans için daha büyük tehlike olan Selçuklular'a imtiyazlar vererek, kişisel husumeti olan Çaka Bey'i hedef alması belki de Bizans'ın uzun vadede yok olmasının kapısını da aralamış oldu.

Çaka Bey, Çanakkale'de Abidos kuşatması sırasında hiç beklemediği bir anda Bizans donanması  tarafından denizden, Selçuklu ordusu tarafından ise karadan ablukaya alındı.  
İki ordu arasında sıkışan ve bu ittifaktan haberi olmayan Çaka Bey akrabası olan I. Kılıç Arslan'ın yanına yardım talebi ve durumu açıklığa kavuşturmak için gitti. Kılıç Arslan, daha önce Çaka Bey'in kız kardeşiyle evlenmiş olmasına rağmen akrabası Çaka'yı kılıcını çekerek şahsen katletti. 
Bu haberin duyurulması ile dağılmaya başlayan Çaka'nın ordusu ise Bizans ve Selçuklu ordusu tarafından Abidos önünde yok edildi.
Ege bölgesinin ilk fatihlerinden olan Çaka Bey, böyle bir hilenin kurbanı olup öldüğü sırada tarih 1097 idi. Böylece, İzmir Türk Devleti kuruluşundan sadece 16 yıl sonra yıkılmış oldu.

Can Külahcıoğlu

Konu ile ilgili yaptığım resim:



20 Temmuz 2018 Cuma

İlişki Koçumuz 2. Beynimiz

kafa karışıklığı ve kararsızlık - çağımızın hastalığı




Bilim insanları iki adet beynimiz olduğu hakkında ciddi söylemlerde bulunuyorlar.
Birincisi kafatasımız içerisinde olan beyaz süngerimsi organ.
İkincisinin ise bağırsaklarımız olduğunu iddia ediyorlar.


ikinci beyin?



Şimdi bazı olayların akışına ve günlük hayatımızdaki etkisine bakalım:

- eğer hiç midye yemediyseniz midye yeme konusunda ya heyecan hissedersiniz yada tereddüt
- eğer geçen hafta midyeden zehirlendiyseniz, bu hafta midye yemezsiniz - eğer geçen sene midyeden zehirlendiyseniz bu hafta bir tepsi midye yemek isteyebilirsiniz
- eğer midyeden hiç zehirlenmediyseniz ve tadını sevdiyseniz bu hafta gene midye yiyebilirsiniz

- eğer ilk defa bir ilişki yaşacaksanız hem heyecan hem endişe hissedersiniz - eğer bir ilişkide üzülen tarafsanız bir süre ilişki yaşamak istemezsiniz
- eğer bir ilişkide üzülen taraf da olsanız bir süre sonra gene ilişki yaşamak istersiniz
- eğer bir ilişkide üzülmeyen tarafsanız kısa bir süre sonra yeni bir ilişkiye başlayabilirsiniz


algıladığımız her şey gıda, müzik, fotoğraf, resim, duygular, sesler çeşitli hormonları harekete geçirir



Birincil beynimizin en önemli fonksiyonlarından birisi, döngüleri tespit etmek ve kaydetmektir. Örneğin, saat kaçta acıktığınız, wc'ye gittiğiniz, kahve ihtiyacı hissetmeniz, sevişmek istemeniz, duygu açlığı hissettiğiniz, spor yapmak istemeniz, sakinlik arzuladığınız, adrenalin ihtiyacı hissettiğiniz saatler, günler, haftalar belki de aylar. Günümüzde bir çok yazılım firması beynimizin bu işlevini zekaya aktarmaya çalışıyor ama bu başka bir mevzu.


beynimiz rahatlıyor mu? yoksa boşta kaldığı için depresyona mı giriyor?




Birincil beynimiz algıladığı her şeyi arşivindeki eski imgeler ile bağdaştırmaya çalışır, örneğin annenizin yüzünü tam karşıdan görmeseniz de yandan hatta bazen elini bile görünce tanımanız gibi, yada gökyüzündeki bulutları, kahve fincanında gördüğümüz telveyi bir şeylere benzetmek gibi. Aynı şekilde bir şeyi tanımlamak için benzerlik yada zıtlık arar, bu balığın tadı tavuğa benziyor, kırmızı kıyafetler bana enerji veriyor kahverengi kıyafetler ise enerjimi emiyor gibi. İkincil beynimiz ise bu analiz ve matematiğe dayanan bir sisteme tabi değildir.


On defa piyango bileti aldınız ve kazanamadınız, eğer mantıklı karar veren insansanız on birinci defa bilet almazsınız ama içinizde bir kumarcı ruhu var ise o zaman on birinci defa alırsınız çünkü artık sırası geldi diye düşünürsünüz. Aslında her defasında ihtimal oranı aynıdır. Yüz defa yazı tura attığınızda ardı ardına yüz defa tura gelme olasılığı olduğu gibi. Sırası yoktur, matematiği vardır.

Birinci beyin ile ikinci beynin farkını buradan anlayabiliriz. Birinci beynimiz bize matematiksel olarak her yazı tura atıldığında %50 şans olduğunu iletse de ikincil beynimiz bu sefer şansın gülecek diyen sestir.

Yıllardır her cumartesi 3-5 tane Cosmopolitan içip sarhoş olan bir olun, biraz sarhoşluk, baş ağrısı ertesi gün belki kusma ve bir iki eski sevgiliye mesajdan daha kötü bir tecrübeniz olmadığını varsayalım ama bir cumartesi gecesi aşırıya kaçıp barın üzerine çıkıp striptiz yapıp tamamen çıplak videonuz youtube'a düşerse hayatınız geri kalanında bir daha Cosmopolitan içmemeye yemin edersiniz, bir daha o bara adım atmayacağınız gibi çok uzun bir süre alkol görmek istemezsiniz.


Sex and the City dizisinin sembolü olan kokteyl.



Sizi iflasa sürükleyen kötü bir yatırımın yada çok kötü biten bir ilişki gibi durumlarda yaşanan travma bu bardaki olayın başka versiyonlarıdır. Barda yaşanan striptiz örneğini bu travmayı biraz daha somutlaştırabilmeniz için kurguladım.
Nasıl bar olayı sizde büyük bir etki yaratacaksa finansal ve duygusal bir felaket karşısında birinci beyniniz aynı tedbirleri uygulayacaktır.
Yaşanan büyük yıkım karşısında birincil beyniniz sizi yatırım yapmaktan, yeni bir ticari atılım yapmaktan men edecek ise benzer bir şekilde kötü bir evlilik/ilişki ve travma yaratan bir ayrılıktan sonra (belki ölüm) birincil beynimiz bir daha bu acıları çekmemek için (acı hissini veren yoğun hormon salgısının bir daha yaşanmaması için) sizi ilişkilerden kaçan bir insana dönüştürecektir.
Kaydını tutmuş olduğu tüm rutinleri iptal edecek ve tekrarlanmaması için kalın duvarlar ölecektir. Çünkü birincil beynin fonksiyonu budur.



bizi tünelin sonuna gitmeye mecbur hissettiren güdü




İşte bizi bu karanlık kuyulardan çıkartan ikincil beynimizdir, midemizde bir şeylerin kıpırdandığını hissettiğinizde bilin ki ikincil beynin sesi birincil beyni bastırmıştır.
O işe girmek için heyecan duymamızı, o kişinin eline dokunmak için yanıp tutuşmamızı sağlayan, birincil beynimizin duvarlarını zorlayan ikincil beynimizdir.






Belli bir kararı almadan önce tarot kartı açanlar aslında bu kararın sonuçlarını tarot kartlarına atmaktadır, eğer işler iyi giderse ne ala ama kötü giderse suçlanacak kişi bellidir.
Sorumluluktan kaçmak için, bu tarot kartının yerini bazen zar bazen falcı bazen komşumuz bazen ise yaşam koçu alır.
Gerçeklik ile bağlantısı olmayan bu savunma sistemlerini ikincil beynimiz tasarlamıştır.

İkincil beynin bir özelliği de birincil beynin disiplinli bir arşivci edasıyla düzenlemiş ve kaydetmiş olduğu anıları değiştirmesidir, bir tür hacker gibi arşive girer ve kayıtları bozar.
Örneğin çok iyi sonuçlanan bir borsa alımı sonrası ekonomik veriler üzerine analiz yapan bir yatırımcı nasıl karar verdiği hakkında yeni anılar oluşturabilir (rakamlar bana konuştu, iyi bir analiz yaptım, kırmızı iç çamaşırı bana her zaman şans getiriyor gibi)



şans varsa stratejiye çalışmaya ne gerek var



Benzer bir şekilde kötü sonuçlar ile başa çıkmamız için ikincil beyin anılarımızı bir defa daha değiştirilir, kötü bir borsa seansı sonunda suçlu yan masada oturan ve sevgilisi ile bütün gün kavga eden bir mesai arkadaşının yaydığı negatif enerji oluverir.

Güzel bir ilişki yakalayan çiftin, ilk tanışma anlarını her anlatışlarında olayı daha da büyülü bir hale dönüştürüp heyecan katması en sık yaşanan örneklerden birisidir. Barda ilk gördüğü anda "ne güzel popolu kız" cümlesinin yerini bir süre sonra "onu ilk gördüğüm anda ruh eşim olduğunu hissetim" cümlesi alır.


ruh eşi mi hormonsal manupilasyon mu




İşin gizemli yanı ikincil beyin bu hikayeyi bu şekilde defalarca değiştirip anlatınca birincil beyin kendi kayıtlarından şüphe duyar, o kayıtları siler ve yerine bu yeni kayıtları yerleştirir. (belki de psikologların hipnoz seansları bu işe yarıyordur, gerçek ile yüzleşmeye ama bu konuda bir bilgim yok)

Birincil beyin ikincil beynin yoğun baskısı karşısında, beyinde fiziksel olarak yeni anı hücreleri üretir ve yeni sinir bağları kurar ve gerçekten de olayların o şekilde geçtiğine yemin edecek kadar emin olan insanları yaratır.

Aynı olayın iki farklı kişiden farklı farklı dinlememizin bir sebebi de budur.


Bağırsaklarımızın ikinci beynimiz olduğu artık bilimsel olarak ispatlanmış durumda.
Elde edilen bilimsel bulgular, mutluluk, korku, endişe gibi bir çok hormonun burada yuvalanmış olması ve beyne bu hormonları bağırsakların pompaladığını göstermekte.

Buradan bizlere iki sonuç ortaya çıkıyor.

1) Yeme içme şeklimizin önemi: yediğimi gıdalar bizi mutlu ettikçe mutluluk hormonları beynimizi işgal ediyor, uzun süre aç kalınca mutluluk hormonları ise beynimizi terk ettiği için depresyon başlıyor. Uzun süre süren açlık yerine sık sık ama sevdiğimiz gıdaları tüketerek mutluluk döngümüzü daha uzun tutmak bizim elimizde.

Ama asıl önemli olan:

2) İç güdülerin önemi:

Bazen bir insanı ilk gördüğünüz anda o insan ile iyi arkadaş olacağınızı yada tam aksi asla anlaşamayacağınız hissedersiniz, bazı tatillere çıkmadan önce içinizi bir sıkıntı kaplar yada bir buluşmadan/görüşmeden önce heyecandan araba kullanamazsınız.

Matematiksel bir alogaritma ile çalışan, arşivci birincil beynimiz bu duyguların sorumlusu ve kaynağı değildir.

İkincil beynimiz, matematiğe dayanmayan, çözemediğimiz, sanki yabancı bir dilde yazılmış olan alogaritmasının ürettiği, mantıklı bir açıklaması olmayan bu duyguları bize hissettiren organımızdır.

Beş duyuya bağlı olan birincil beynimizin dışındaki diğer duyularımız her neler ise işte ikincil beynimiz bu duyular ile çalışıyor.
Bir çok hayvan bizim iç güdü dediğimiz bu ikincil beyin ile daha rahat iletişim kurduğu için evrenle daha uyumlu bir yaşam sürdürüyor.
Bizler ise birincil beynimize odaklı ve rasyonel düşünce yapısı felsefesi etkisiyle ikincil beynimize çoktan kulaklarımızı tıkadık.

İkincil beynimizi daha çok dinlersek daha mutlu ve evren ile uyumlu insanlar olabilir miyiz?

Cevabı size ait...

Can Külahcıoğlu
20/07/2018










AUTOCAD - Layer Yaratma

  AUTOCAD - Layer Yaratma ve layer mantigi https://youtu.be/JgR_Uwz4zt8